Bir Aşk Masalı 2

Ormanda bir bülbül yaşarmış. Gençmiş, güzelmiş. Öylesine duygulu bir sesi varmış ki, dinleyenleri mest edermiş. Rengi sarı olduğundan, orman sakinleri onu “Sarı Bülbül” diye çağırırmış. Ormanın erkek bülbülleri Sarı Bülbül’e âşıkmış. Onunla karşılaşmak, konuşabilmek için yarış ederlermiş. Su içtiği dereden su içer, tünediği ağaçlara tüner, gezdiği yerlerde gezerlermiş.

Laf aramızda, Sarı Bülbül’ün hiçbirinde gönlü yokmuş. Hepsini arkadaş olarak çok severmiş, birlikte şarkı söylemekten hoşlanırmış, ama minicik kalbinin aşk köşesi bomboşmuş. Orayı kimin dolduracağını kendisi de merak edermiş. Bir akşam üstü, ovadaki gezintisinden ormandaki yuvasına dönerken, bir kayanın yarığına sıkışmış siyah bir kuş görmüş. Alçalmış, kuşun çevresinde daireler çizerek onu incelemiş. Sonunda onun bülbül olduğunu anlamış. Yanına koşmuş. Siyah Bülbül bitkin yatıyormuş. Bir bacağı kırıkmış, kanadından da kan damlıyormuş. Kesik kesik soluk alıyor, yarı açık gözleri ile yalvarırcasına Sarı Bülbül’e bakıyormuş. Sarı Bülbül, onu tek başına taşıyamayacağı için, hemen ormana uçmuş ve öteki bülbülleri yardıma çağırmış.

 

Hep birlikte Siyah Bülbül’ü, Sarı Bülbül’ün yuvasına taşımışlar. Ona su ve yiyecek vermişler. Kırık bacağını sarmışlar, yaralı kanadına çiçek balı sürmüşler. Sonra yuvalarına dönüp, sabırsızlıkla sabahı beklemişler. Siyah Bülbül tüm gece baygın yatmış. Güneş doğarken gözlerini açmış, kendine gelmiş. Sevinç dolu gözlerle ona bakan Sarı Bülbül’ü görünce çok şaşırmış. Öldüğünü, cennette olduğunu sanmış. Sarı Bülbül’ün güzelliğinden de o denli etkilenmiş ki, onu meleğe benzetmiş. “Neredeyim ben, neredeyim ben?” diye sormuş heyecanla. Sarı Bülbül, “Merak etme, benim yuvamdasın” demiş. Siyah Bülbül rahatlamış ve başından geçenleri başlamış anlatmaya. Meğerse Siyah Bülbül’e bir atmaca saldırmış. Uzun bir kovalamacadan sonra Siyah Bülbül yorulmuş, atmacanın ölüm saçan gagasından kurtulamayacağını anlayınca da kendini kayalara atmış, daracık bir yarığa sıkışmış kalmış. Düşerken bacağı kırılmış, kanadı yaralanmış. Ama atmacaya yem olmaktan kurtulmuş. Avını kaybeden atmaca da başka bir av bulmak için uçmuş, gitmiş.

 

Birkaç gün sonra Siyah Bülbül tamamen iyileşmiş. Eskisi gibi uçmaya, şarkı söylemeye başlamış. Sesi güzelmiş. Üstelik çok yakışıklıymış. Sarı Bülbül’le birlikteyken, kalbi duracak denli hızlı atıyormuş. Siyah Bülbül’ü gördüğü zaman Sarı Bülbül’ün de gözleri parlıyor, sesi titriyormuş. Eh… Olup bitenler aşk meleğinin gözünden kaçmamış elbette. Bir gece, gökyüzünü süsleyen pırıl pırıl yıldızların arasından görünmez iki ok fırlatmış yeryüzüne. Aşk oklarıymış bunlar. Birisi Sarı Bülbül’ün, öteki Siyah Bülbül’ün kalbine saplanmış. Kalpleri sevgi ile dolmuş; âşık olmuşlar birbirlerine. Öylesine âşık olmuşlar ki, aşk meleği bile şaşkınlığından parmağını ısırmış. Böylece sevgi dolu günler sürmüş gitmiş. Sarı Bülbül, birçok kez yumurtlamasına, kuluçkaya yatmasına karşın, bir türlü bebek sahibi olamamış. Bu nedenle âşıklar çok üzgünmüş. Tüm bülbüllere sormuşlar; onların önerilerini denemişler, ama bir işe yaramamış. Tanrı’ya dua etmekten başka çareleri kalmamış. Tanrı’nın buyruğunda herşeyin çaresi vardır ya!. Âşık bülbüllerin de üzüntüleri son bulmakta gecikmemiş.

 

Bir akşamüstü, yuvalarının bulunduğu ağaca bir baykuş konmuş, Sarı Bülbül’e, “Sarı Bülbül, Güzel Bülbül” demiş. “Üzülme, yakında bebeğin olacak!.. Yumurtlamadan önce, Siyah Bülbül’le birlikte, henüz açmamış bir gül goncası yemelisiniz.”

 

Sonra uçmuş, gitmiş. Bu söz âşık bülbülleri çok şaşırtmış. “Ama nasıl olur? Gül goncasını nasıl yiyebiliriz? Güller bizim dostumuz, canımız, ciğerimizdir” diye haykırmışlar. Ne olursa olsun, gonca yememeye karar vermişler. Bu olayı güllere anlatmışlar. Bülbüllerin böylesine derin sevgisi, gülleri çok duygulandırmış.

 

Onların dertlerine çare aramışlar, düşünmüşler, taşınmışlar. Ama bir çözüm bulamamışlar.

Bir sabah gül bahçesine iki insan girmiş. Birisi erkek, öteki kızmış. Delicesine âşıklarmış birbirlerine. Güllerin arasında sarmaş dolaş gezmişler, sevgiden, aşktan konuşmuşlar. “Bülbül güle âşıktır, ama onun aşkı benim sana olan aşkımın yanında hiç kalır” demiş erkek. Genç kız yanıtlamakta gecikmemiş:

 

“Gül de bülbüle âşıktır, ama onun aşkı benimkinin yanında hiç kalır.”

 

Sıkıca sarılmışlar, başbaşa vermişler. Bu sırada erkeğin eli, henüz açmamış bir goncaya dokunuvermiş. Onu koparmış, sevgilisinin saçlarına takmış.       Aşkın sarhoşluğundan olmalı,  ikisi de goncanın acı feryadını duymamış bile. Oturmuşlar güllerin arasına, bakışmışlar, gülüşmüşler tatlı tatlı.

 

Bu sırada yaşlı bir gül, yaprağına konan uç uç böceği ile Sarı Bülbül’e haber göndermiş. Sarı Bülbül ile Siyah Bülbül hemen bahçeye gelip, yaşlı gülün dalına konmuşlar. Gül olanları bir bir anlatmış onlara. “Kızın saçından minik goncayı kapabilirseniz, üzüntünüz sona erer” demiş gözyaşları içinde. Ağıtları boğazında düğümlenirken sürdürmüş sözlerini: “Ne yapalım! Minik goncamız öldü. Acımız büyük. O artık geri gelmez. Size yararlı olursa, acımız azalır!..” Siyah Bülbül gözyaşları içinde fırlamış yerinden. Kıza hışımla yaklaşmış, saçındaki goncayı kapmış ve kaçmış. Sonra Sarı Bülbül’le birlikte yuvalarına dönmüşler. Ağlaya ağlaya minik goncayı yemişler.

 

 Birkaç gün sonra Sarı Bülbül iki yumurta yapmış. Onları sıcak kanatlarının altına almış. Sevgisi ile can vermiş, kan vermiş. Güneşin ormanı ısıtmaya başladığı bir günün sabahında, yumurtalardan iki bebek bülbül çıkmış. İkisinin de kırmızıymış tüyleri. Anne ve babaları çok şaşırmış bu işe. Ama biz şaşırmadık! Neden mi? Çünkü ölen gonca yaşasaydı, kıpkırmızı açacaktı da ondan!

 

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine…•

 

•Prof. Dr. Uğur Büget-Bütün Dünya• ocak 2003