Ay Yüzlü Sevgilinin Sözü

Eski zamanlarda bir aşık vardı, devrinde ahdinde duran bir aşıktı o. Yıllarca zaman ay yüzlü sevgilisine bağlanmış, padişahına adeta esir olmuştu. Arayan nihayet bulur. Kurtuluş, sabırdan doğar. Sevgilisi bir gün, bu gece gel dedi, senin için ballar börekler yaptım. Fakat odada gece yarısına kadar bekle de geceleyin sen çağırmadan ben gelirim.

Adam kurban kesti ekmekler dağıttı. Beklediği ay, toz altından çıkmış görünmüştü.

O hararetli aşık geceleyin, sevgilisinin vaadine ümitlenerek o odaya gelip oturdu. Gece yarısı geçince vaadinde duran sevgilisi çıka geldi. Fakat aşığını uyuyor buldu. Yeninden bir parça kesti. Sen çocuksun bunlarla oynaya dur diye cebine de birkaç tane ceviz koydu. Aşık geceleyin uykusundan sıçrayıp uyanınca başında yenini, cebinde cevizleri gördü.

Dedi ki: Padişahımız, doğruluktan vefadan ibaret. Bize ne geliyorsa bizden geliyor. Ey uykusuz gönül, biz bundan eminiz. Çünkü bekçi gibi dam üstünde elimizde sopa beklemekteyiz. Cevizlerimiz, bu değirmende kırıldı, derdimize ait ne söylesem azdır.

Ey bizi kınayan, bu macerayı ne vakte dek dinleyip duracağız? Bundan böyle artık deliye az öğüt ver. Ben artık ayrılık işvesine ait sözleri duymak istemem. Bunu sınadım, ne vakte dek sınamaya devam edeceğim. Bu yolda coşup köpürmekten, deli divane olmaktan başka ne varsa uzaklıktır, yabancılıktır. Derhal kalk ayağıma o zinciri vur. Çünkü ben, tedbir silsilesini yırttım gitti. Fakat o devletli sevgilimin büklüm büklüm saçlarından başka iki yüz tane zincir getirsen kırarım.

Kardeş aşk ve namus doğru bir şey değil. Ey aşık ar ve haya kapısında durma. Artık vakti geldi, soyunayım, sureti bırakayım da baştanbaşa can olayım.

Ey utancın düşüncenin düşmanı gel! Ben ar ve haya perdesini yırttım. Ey canın uykusunu büyüyle bağlayan sevgili, sen şu alemde ne katı yürekli sevgilisin. Hemen sabrın boğazını sık da aşkın gönlü kutlu olsun. Ey gönlümüzü yurt ve konak edinen dost, ben yanmadıkça aşkın gönlü kutlu olur mu hiç? Sen kendi evini yakmadasın yak. Kimdir bu caiz değil diyecek?

Ey sarhoş aslan bu evi yak. Aşkın evi, böyle olsun, bu daha doğru ve yerinde. Bundan böyle bu yanışı kıble edineyim, çünkü ben mumum yandıkça aydınım. Babacığım bu gece uykuyu bırak, bir gececik olsun uykusuzlar mahallesine gel de, şu mecnun olanlara pervane gibi vuslat uğruna ölenlere bak.

Halkın aşk denizinde gark olan şu gemisine bak. Sanki aşkın boğazı bir ejderha. Gizli, fakat gönüller kapan bir ejderha... Dağ gibi akılları çekiveren bir kehribar. Hangi güzel koku satanın aklı, ondan haberdar olsa ırmağa bütün tablalarını döküverir. Yürü, yürü... hakikaten bu ırmağın ne misli vardır, ne eşi; sen, bu ırmaktan ebediyen çıkamazsın.

Ey yalancı gözünü aç da bak. Ne vakte dek ben şunu, bunu bilmem diyeceksin. Riya ve mahrumiyet vebasından kurtul, diri ve daima işte güçte olan Allahlık alemine gir. Gir de görmüyorum, görüyorum olsun... Şu bilmemler biliyorum haline gelsin. Sarhoşluktan geç sarhoşluk verir ol. Bu renkten renge girişi bırak, onun istivasına naklet. niceye bir bu sarhoşlukla nazlanıp duracaksın? Her mahalle başında bunca sarhoşluk var.

İki alem de sevgilinin sarhoşları ile dolsa hepsi de bir olur ki o bir de hor hakir değildir. Onlar bir olmakla derecelerinden düşmeyecekleri gibi çok olmakla da dereceleri düşmez. Her hakir kimdir? Bedene tapan cehennemlik!

Alem güneşin nuru ile dolsa o yalımı güzel ısılık kaynağı, hor mu olur? Fakat bütün bununla beraber yücelere çık, salın. Çünkü Allahnın yeryüzü geniştir, sana ram olmuştur.

Bu sarhoşluk, yüce bir doğan kuşuna benzer ama kutluluk mekanında ondan da yüceleri vardır. Yürü, herkesten seçilmiş olmada, ruh bağışlamada sarhoşlukta ve sarhoş etmede bir İsrafil kesil. sarhoşun gönlü ile alay etme, eğlenme hevesi düştü mü bunu bilmem onu bilmem demeyi tutturur. Bunu bilmem onu bilmem demek, bildiğimiz kimdir onu söylemen içindir.

Sözde bir şeyi nefyetmek. Bir şeyi ispat etmek içindir. Nefyi bırak da söze ispattan başla. Bu değil, o değil sözünü terk et de var olanı ileri getir. Nefyi bırak da var olana tap, bunu o sarhoş Türk’ten öğren babacığım.

Yabancı bir Türk, seher vakti uyandı. Sarhoşluğun verdiği mahmurlukla bir çalgıcı istedi. Can çalgıcısı, insanın canına munistir. Sarhoşun mezesi, gıdası ve kuvveti odur. Çalgıcı onları sarhoşluğa çeker. Sonra yine sarhoşluğu, çalgıcının, okuyucunun nağmesinden, nefesinden tadarlar.

Allah şarabı, insanı o çalgıcıya, o okuyucuya götürür; bu ten şarabı da bu çalgıcıdan, bu okuyucudan gıdalanır. Söze gelince ikisi de birdir ama hakikatte bu Hasan’la o Hasan arasında fark çoktur. Arada söze ait bir şüphe var ama gökyüzü nerede, ip nerede?
Sözdeki birlik daima yol vurur. Kafirle müminin birliği, ten bakımındandır.

Bedenler ağızları kapalı testilere benzerler. Her testide ne var? Sen ona bak. O beden testisi, abıhayatla doludur, bu beden testisi ölüm zehriyle. içindekine bakarsan padişahsın, dışına bakarsan yolunu azıttın gitti. Söz,bil ki şu bedene benzer, manası da içindeki candır. Baş gözü, daima bedeni görür, can gözü ise, hünerli canı.

Mesnevinin sözlerindeki suret de surete kapılanı azdırır, yolunu kaybettirir, manaya bakan kişiye de yol gösterir, doğru yolu buldurur.
Allah da “Bu Kuran, gönül yüzünden bazılarına doğru yolu gösterir, bazılarının da yolunu azıtır” buyurmuştur.

Arif, şarap dedi mi Allah için olsun abes görme. Arife nasıl olur da bir şey yok olur? Sen şeytanın içtiği şarabı anlarsan Allah şarabını nereden düşünebileceksin?

Çalgı ile şarap... bu ikisi de eşittir. Bu ona koşar o buna. Sarhoşlar çalgının namesiyle, çalgıcının nefesiyle gıdalanırlar. Çalgı ile çalgıcı onları meyhaneye çeker götürür. O meydanın başıdır, bu, sonu. Gönül, onun çevganında bir top kesilmiştir.

Akılda ne varsa kulak oraya dikilir. Başta safra varsa yanınca sevda olur. Sonra bu ikisi de kendinden geçer, orada baba da bir olur oğul da. Neşeyle dert uzlaştı mı türkümüz çalgıcıları uyandırdı.

Çalgıcı uyutucu bir şarkı okumaya başladı: Ey yüzünü görmediğim sevgili, bana bir kadeh sun. Sen benim yüzümsün, hakikatimsin, seni görmezsem şaşılmaz. Yakınlığın son derecesi, şüpheye düşme perdesiyle bürünmedir.

Sen aklımsın, seni görmezsem şaşılmaz. Karışık şeylerin birbirine girmesinden seni göremezsem şaşılacak şey değildir bu. Sen, bana şah damarımdan daha yakınken, ya diye nasıl sana hitap edebilirim? Ya uzakta olana hitaptır.

Ben, kıskançlığımdan yanımdaki sevgiliyi gizlemek, duyanları yanıltmak için dağlarda, çöllerde sana nida edip duruyorum.

Peygamberin huzuruna bir kör geldi, ey her hamur teknesine ihsanda bulunan dedi. Sen, sulara, yağmurlara hakimsin, ben de susuzum, su istiyorum. Ey beni suvaran medet, medet!

Kör kapıdan aceleyle gelince Ayşe görünmemek için derhal kaçtı. O temiz kadın, kıskanç peygamberin gayretini biliyordu. Kim daha güzelse kıskançlığı daha artıktır. Çünkü oğullarım kıskançlık nazdan meydana gelir.

Kokmuş kocakarılar, çirkinliklerinin, kartlılarını bilirler de kocalarına kendi elleriyle genç kadın alırlar, kendi elleriyle kendilerine ortak getirirler. İki alemde de Ahmed’in güzelliği gibi güzellik mi var? Allah nuru, ona yardım etmede. İki alemin nazı da onda olacak elbet. Bu bakımdan kıskançlık da, güneşten yüz kat daha parlak olan ona yaraşır.

Topumu zühal yıldızına attım. Yıldızlar yüzünüzü çevirin. Benim eşi olmayan parlaklığıma karşı yok olun. Yoksa nuruma karşı rüsvay olursunuz.

Ben her gece keremimden kaybolurum, gider gibi görünürüm, yoksa nereye gideceğim? Gider gibi görünürüm de, siz de bir gececik olsun bensiz şu alemde yarasalar gibi kanat çırpın! Tavus kuşları gibi kanatlarınızı gösterin, sarhoş olun baş çekin ululanın.

Fakat çarık nasıl Eyaz’ın mumu ise siz de arada bir o çirkin ayaklarınıza bakın. Benlikle sol taraf ehlinden olmayasınız diye kulağınızı çekmek için sabahleyin yüz gösteririm der. Bunu bırak da bu söz uzundur. Kün emri sözü uzatmayı nehyetmiştir.

Peygamber sınamak için “O kadar gizlenme, o seni görmüyor ki” dedi. Ayşe elleriyle işaret ederek “O görmüyor ama ben onu görüyorum ya” demek istedi.

Bu öğüt vericinin sözlerinin benzetmelerle, örneklerle dolu olması, aklın, ruhun güzelliğine karşı kıskançlığından onu göstermek istemeyişinden ileri gelir. Ruh, bu kadar gizliyken akıl, neden bu derece de onu kıskanır.

Onun nuru kendi yüzünü örtmüştür. A kıskanç, kimden gizleniyorsun? Bu güneş, yüzünü örtmeden seyredip durmada. Fakat onun şiddetli nuru, yüzüne perde olmada. Güneş bile ondan bir eser görmemekte. Artık sen, onu kimden gizlersin ki a kıskanç?

Fakat bende öyle bir kıskançlık var ki onu kendimden bile kıskanır, kendimden bile gizlemek isterim. Şiddetli kıskançlık ateşimden gözlerimle, kulaklarımla savaşa girmişim adeta.

Ey can, ey gönül! Mademki bu kadar kıskançsın, ağzını yum, sözü bırak bari. Fakat korkarım susarsam o güneş başka bir yerde perdesini yırtar, kendini gösterir. Sükutumuz ondan daha ziyade anlatmış olur. Onu görünmekten men edersek görünmeye olan meyl daha fazlalaşır.

Deniz coşup kükredi mi, kükreyişi köpük halinde görünür; köpürüşü, “Bilinmeyi diledim, sevdim de halkı yarattım” sırrını meydana getirir. Söz söylemekse o pencereyi kapatmak demektir. Söz söylemek, onu gizlemenin ta kendisidir.

Güle karşı bülbüle naralar at da ondan haberi olmayanlara korkusunu duyurma, oyala bu nağmelerle onları. Kulakları, sözle meşgul olsun da akılları, gülün yüzünü görme havasına kapılmasın. Hele pek aydın olan bu güneşin karşısında her delil hakikatte yol vurucudur.

Çalgıcı, sarhoş Türkün huzurunda nağmelere gizleyerek elest sırlarını söylemeye başladı:
Bilmem ki ay mısın, put mu? Bilmem ki benden ne istersin? Bilmem ki sana nasıl hizmet edeyim? Susup oturayım mı, yoksa söyleyeyim mi?

Şaşılacak şey şu: Hem benden ayrı değilsin, hem de ben neredeyim, sen neredesin? Bunu bir türlü bilmiyorum. Bilmiyorum beni nasıl çekiyor da bazen karalar da yürütüyor, bazen kan denizlerine gark ediyorsun. Böylece ağzını açıp bilmem, bilmiyorum demeye girişti, boyuna bu lafı söylüyordu. Bilmiyorum sözü haddi aşınca Türkümüz kızdı, kızıştı. Yerinden fırlayıp topuzunu çekti, çalgıcının başına çöktü. Hemen bir çavuş koşup topuzu yakaladı, çalgıcıyı öldürmek size yaraşmaz dedi.

Türk dedi ki: Bu sayısız tekerlemesi, kafamı şişirdi, bari ben onun kafasını ezeyim de görsün. A kaltaban, bilmiyorsan nane yeme... Biliyorsan ne söyleyeceksen söyle. A ahmak bildiğini söyle bari de bilmiyorum, bilmiyorum deyip durma.

Ben; neredensin, nerelisin be adam? Diye soruyorum. Sen, ne Herat’lıyım ne Belh’li... ne Bağdat’lıyım ne Musul’lu, ne de Tıraz’lı diyor, ne diye uzatıp duruyorsun. Nereliysen söyle bari de kurtul. Burada meramını söylememek aptallıktır.

Yahut da sana ne yedin diye soruversem ne şarap içtim, ne kebap yedim... Ne et yedim, ne tirit ne de mercimek diyorsun. Ne yediysen yalnız onu söyle kafi. Sözü uzun uzun gevelemek neden? Çalgıcı dedi ki: Maksadım gizli.

Senin nefyetmenden, yoktur demenden ispat senden ürküp kaçmada. Var olanı bir türlü bulamıyorsun. İspattan bir koku alasın diye nefyettim, bilmiyorum dedim. Bu sazı, nefiyle nağmelendirdim. Ölünce de ölüm, sana yaşayış sırlarını söyler.  

Mesnevi – 6. Cilt.