Osmanlı Rasputin'i Cinci Hoca - M. Turhan Tan

Kitabın adı              : Osmanlı Rasputin'i Cinci Hoca

Yazarı                     : M. Turhan Tan

Yayın evi                 : Oğlak Yayınları; İstanbul, 


Unesco tarafından Dünya Mirası olarak koruma altına alınan Safranbolu’ya gitti iseniz, Cinci Hanı’nı ve/veya Hamamı’nı kesin duymuş/görmüşsünüzdür. Hana ve hamama baktığınızda bu hayırları yaptıranın çok mübarek bir zat olduğunu düşüne bilirsiniz. Ve böyle mübarek bir insana “Cinci” gibi kötü bir lakabı yakıştıramaz, zata haksızlık yapıldığı kanaatine kapılırsınız. İşte o zaman kocaman bir hataya düşersiniz.

Cinci Hanı ve Hamamı 1640 ila 1646 yılları arasında yapılmış olup, Cinci Hoca tarafından kime yaptırıldığı kesinlik kazanmamıştır. En güçlü olasılık ise zamanın, Saray Baş Mimarı Kasım’a yaptırılmış olmasıdır.

Cinci Hamamı günümüzde de kullanıma açıktır. Cinci Hanı ise geçen yıl restore edilip, otel olarak hizmete açılmıştır. Ortasında geniş bir avlu olan büyük bir yapıdır. Avlu ve avluya bakan balkonlar lokanta olarak hizmet vermektedir. Görülmeye değer güzel bir yapıdır. Lokantanın kendisine has yemeği olan Cinci Kebabı çok güzeldir.

KİMDİR BU CİNCİ HOCA? 

Cinci Hoca olarak tanınan Karabaşzade Hüseyin Efendiyi biraz araştıracak olursanız, sizi hayrete düşürecek bir hayatla karşılaşırsınız. Padişah Deli İbrahim zamanında Safranbolu’dan İstanbul’a, Saraya gitmiş, orada üfürükçülüğü, cinciliği ve padişaha hazırladığı cinsel gücü artırıcı macunlarla inanılmaz bir yükseliş yakalamış, Kazaskerliğe kadar yükselmiş, bu arada inanılmaz bir servet sahibi olmuştur. Biriktirdiği akçelerin daima tertemiz olmasına dikkat ettiğinden, halk arasında o zamanlar temiz ve parlak paralar için “cinci parası gibi” tabiri kullanılır olmuştur. Fakat Yeniçerilerin Deli İbrahim’i öldürerek yerine 7 yaşındaki oğlu Mehmet’i geçirmesiyle saltanatı(!) sona ermiştir.Tüm servetini tekrar devlete kaptırmış ve yaptıklarının cezasını başıyla ödemiştir. (Romana göre boğdurulmuş, fakat başka kaynaklara göre şuursuz bir halde hasta yatarken, başı kesilerek idam edilmiştir. Bilinen odur ki, saltanat mensuplarının kanı akıtılmaz, boğdurulur, saltanat dışından olanların ise başı kesilir. Bu durumda başının kesilmiş olma ihtimali yüksektir.)

HALA GEÇERLİ MESLEK:CİNCİLİK VE ÜFÜRÜKÇÜLÜK 

Kitabı okurken günümüzde de hala varlıklarını ve hatırlı yerlerini koruyan üfürükçülerin iç dünyası hakkında bir malumat sahibi ola bilirsiniz. Cinciler insanları nasıl kandırır, üfürükçülük nasıl yapılır, çocuğu olmayan kadınlar üflenerek nasıl şifaya kavuşturulur, cinciler hastalara nasıl şifa(!) dağıtır, bu romanda net olarak görülüyor. Kesin olan şudur ki, Karabaşzade Cinci Hoca bir prototip değildir. Dün vardı, bugünde var, yarında var olacaktır.

TARİH ROMANLARI VE GERÇEKLİK

Roman yazmak hayal gücü gerektiren bir iş olsa da, söz konusu tarih romanı olduğunda durum değişir. Mesela “nasılsa bu bir Romandır” diyerek Kanuni’nin yaptıkları Padişah Deli İbrahim’e mal edilemez. Bu romanda da gerçeklere sadık kalınarak yaşananlar romanlaştırılmış. Birçok olay ve hadisenin kaynağı sayfaların altında açıklanmış ve hatta orjinali de eklenmiş. Örn;

“(Evliya) Çelebi (Cellat) Kara Ali’yi gözüyle görmüşve kendisini Seyahatname’sinde şöyle tarif etmiştir:”Celladların üstad-ı kamili Kara Alidir ki bu alayda bazularını sığayıp,tig-i ateştabını kemerine bend idüp sair işkence, karabend, nakşibend, kemerbend, zünnarbend edecek ucu aşıklı yağlı kemendleri kemerine asıp işkence aletlerinden kelpeten, burgu, mismar, buhur fitil, semin sünger, deri yüzecek tentraş, demir tas el ve ayak kırmaya mahsus baltaları iki yanına takıştırıp yedi kalfasıyla geçti. Amma neuzubillah hiçbirisinin çehresinde nur yoktur” Seyahatname-Cilt1 s.518” Osmanlı Rasputini Cinci Hoca s.340

KİTABIN DİLİ 

Kitabın yazılış tarihi göz önüne alındığında dilinin ağır olacağı tahmin edilebilir. Fakat orijinaline sadık kalınmamış ve dili gayet sadeleştirilmiş. Kitabın girişinde de “......eğer M. Turhan Tan bugün yaşasaydı, kişisel üslubundan ve edebi zevkinden taviz vermeden kendi nasıl sadeleştirirdi diye düşünerek, yazara yakışır bir sadeleştirme yapılmıştır.....” şeklinde bir açıklama bulunmakta.

NEDEN “RASPUTİN” BENZETMESİ? 

Cinci Hoca’nın, Rasputin’e benzetilmesi ilginizi çekmiştir. Benimde çekti ve “Rasputin nedir? Yada kimdir? ” diye merak ederek bir araştırma yaptım. Mehmet Barlas’ın Yeni Şafak’ta yazmış olduğu Rasputin ile ilgili yazıyı buldum ve gerekli yerleri aktarıyorum.

“.......Grigori Yefimoviç Rasputin (1872-1916) , Sibiryalı bir köylüymüş.. Papaz olmuş ve -tedavi edilmez hastalıkları iyileştirebilir- diye ün salmış.. Rusya'yı yöneten çarların ailesinde (Romanovlar) , kuşaktan kuşağa geçen 'hemofili' hastalığı varmış.. Bu hastalıkta, kan pıhtılaşmadığı için, küçük bir yara bile, insanları kan kaybından öldürürmüş.. Son Rus Çarı 2'nci Nikola'nın eşi Çariçe Aleksandra'nın bütün endişesi de, tek oğlu küçük veliaht prensin, bir çizikle, kan kaybından öleceği şeklindeymiş.. Derken, iman gücü ile hastalıkları tedavi ettiğine inanılan Rasputin'in ünü, Çarlık Sarayı'na da ulaşmış.. Çariçe Aleksandra, Rasputin'i saraya çağırmış.. Hem kendisini, hem de oğlunun sağlığını, bu güçlü kuvvetli, sakallı Sibiryalı köylüye teslim etmiş.. Rivayetlere göre Rasputin, Çariçe'yi de iyi ediyormuş.. Ve sonunda, Çariçe'nin, kocası Çar üzerindeki etkisi fazla olduğu için, Rasputin de Rusya'nın gerçek hakimi olmuş.. Devletteki tayinlere, alış-verişlere Rasputin karışmaya başlamış.. Neticede, Rusya'nın asilleri çok kızmışlar bu duruma.. 16 Aralık 1916'da Rasputin'i önce ağırlamışlar.. Sonra da, hem zehirlemiş, hem de kurşunlamış, öldürmüşler onu....”

M. Turhan Tan ile Rasputin’in hemen hemen aynı tarihlerde yaşadığı görülmekte. Rasputin’in şanı ülke sınırlarını aşmış olmalı ki, M. Turhan Tan çok isabetli bir benzetme yapmış.

Ayrıca; A. Mümtaz İdil’in “Çılgın Keşiş Rasputin” adlı kitabından bu kişi ile ilgili ayrıntılı bilgi edinile bilir.

KİTABA DAİR

Bu roman her ne kadar Karabaşzade Hüseyin efendi (Cinci Hoca) ’nın adını taşısa da daha çok Padişah Deli İbrahim’in romanıdır. Deli İbrahim’in bahsi ve hayatı, Cinci Hoca’dan daha fazla geçer.

İnsanların Osmanlı ile ilgili olarak en çok merak ettiği şeylerden biri olan harem Romanda çokça işlenmiş. Deli İbrahim’in kadına çok düşkün olduğu 24 saatte 24 gerdek odası hazırlayıp 24 kez gerdeğe girdiği de tarihçiler tarafından yazılmış. (s. 48)

Turhan Tan bu roman için sağlam kaynaklardan yararlanmış. Hammer*, Katip Çelebi,Kara Çelebizade Abdulaziz,Ahmet Refik, Naima**, Evliya Çelebi, ve Nasuh Paşaoğlu’nun yazdıklarından istifade etmiş.

*Ünlü Tarihçi Avustralyalı Joseph Von Hammer. 1802'de yani Üçüncü Selim'in saltanatı yıllarında Osmanlı başkentinde görevli büyükelçi Baron Schtumer'in yanında tercümanlık ve elçilik sekreterliği görevine tayin edildiği biliniyor. Hammer gerek resmi görevi gereği gerekse özel ilgisi sonucu, İstanbul'da kaldığı dört yıl zarfında Osmanlı tarihine ilişkin yazılı kaynakların neredeyse tamamından oluşan bir arşive sahip oldu. Avrupa saray ve kütüphanelerinde Osmanlı tarihine ilişkin belge, seyahatname ve kitapları araştıran Hammer 1815'te ünlü 'Osmanlı Tarihi'ni yazmaya başladı.

** 1655'te Halep'te doğdu. Asıl adı Mustafa Naim'dir. Genç yaşta İstanbul'a gelmiş ve Baltacılar Ocağı'na kaydolmuştur. Naima, saray vak'anüvisi olduğu halde, tarihçi olmasını bilmiş ilk fikir adamımızdır. Tarihin, olaylar dizisinden ibaret olmadığını, yaşanan hayata etkisi olan 'Yaşanmış hayat parçası' olduğunu idrak eden ve belgelerin dışında sadece sosyolojik yorumlara yer veren bu tarihçimiz, günümüzün birçok tarihçilerine bile hocalık edecek düzeyde bir tarih bilginimiz-dir. (internetten alınmıştır)

DİL-İ BİÇARE

ANLAT DİL-İ BİÇARE'DEN, 
SUN DA İÇSİN YAR ELİNDEN
YANİ HEP BİLİNEN,
ŞEYLERDEN OLSUN
SEN SÖYLE DEDE'NİN
"ZÜLFÜNDEDİR BAHT-I SİYAHIM" BESTESİNİ

MEVLANA'DAN

Hergün bir yerden göçmek, ne iyi,
Hergün bir yere konmak, ne güzel,
Bulanmadan, donmadan akmak, ne hoş,
Dünle beraber gitti. Cancağızım;
Ne kadar söz varsa düne ait,
Şimdi Yeni şeyler söylemek lazım...

NOKTA-I ESRAR

Kur’an’a İncil’e Zebur’a Tevrat’a
İman eden etmiş vahdet-i zata
Biri nefye memur biri ispata
“Lâ, illâ” da, “illâ, lâ” da olamaz
Seyrani